40,0652$% -0.01
47,2069€% 0.27
54,6829£% 0.39
4.268,41%0,05
6.954,00%0,06
27.732,00%0,06
3.315,91%0,08
10.167,26%1,69
฿%
Ł%
Ξ%
%
$%
09 Temmuz 2025 Çarşamba
“Solculuk dinsizliktir” yargısı, Türkiye’de uzun yıllardır sorgusuzca tekrar edilen ve neredeyse bir toplumsal ezber hâline gelmiş bir ifadedir. Ancak bu yargı, hem sol düşüncenin tarihsel ve ideolojik zeminini hem de inanç sistemlerinin toplumsal rolünü daraltan yüzeysel bir genellemeden ibarettir. Bugün, bu ezberle yüzleşmenin ve kavramları daha derinlikli bir şekilde tartışmanın vaktidir.
Solculuk; adalet, eşitlik, özgürlük ve emek ekseninde şekillenen bir duruşu temsil eder. Bu duruş, herhangi bir dine karşı olmakla değil; insanın onurunu, emeğini ve yaşam hakkını korumakla ilgilidir. Sol düşünce, toplumda sömürüye, ayrımcılığa ve adaletsizliğe karşı çıkan bir anlayıştır. Bu yönüyle yalnızca politik bir ideoloji değil, aynı zamanda bir vicdan çağrısıdır.
Peki bu değerler –adalet, eşitlik ve paylaşım– herhangi bir dine, özellikle İslam’a aykırı mıdır?
Kur’an’a göre mülk Allah’ındır; açgözlülük, birikmiş servet ve bireysel hırs kınanır. Zekât, sadaka, yardımlaşma ve kul hakkı gibi kavramlar, toplumsal dengeyi gözeten dini emirlerdir. İslam, özünde bir paylaşım dinidir. İlk dönem İslam uygulamalarında görülen dayanışma, eşitlik ve mülkiyetin topluma ait olması anlayışı; sol düşüncenin temel ilkeleriyle birçok noktada kesişmektedir. Bu durum, sadece teorik bir benzerlik değil, aynı zamanda tarihsel bir karşılıktır.
Bir çok İslam düşünürlerinde defalarca vurguladığı gibi; Müslümanlık ve solculuk, ezilenin, yoksulun, hak arayanın yanında durdukça birbirine zıt değil, aksine birbirini besleyen iki duruştur. Dinin özü olan adalet, haksızlığa başkaldırı ve dayanışma; sol ideallerle çelişmez. Tam tersine, bu idealleri daha kapsayıcı ve evrensel bir vicdan zeminiyle buluşturur.
Bu bağlamda, inançlı bireylerin sol mücadele içinde yer alması ne bir çelişki ne de bir istisnadır. İnançlı bir solcu olmak mümkündür, tıpkı dine inanmayan ama adaleti savunan bir solcu olunabileceği gibi. Çünkü solculuk, Tanrı’ya inanıp inanmamakla değil, sınıfsal, ekonomik ve siyasal düzene hangi pencereden baktığınızla ilgilidir. Ateizm bir inanç tercihi, solculuk ise toplumsal bir pozisyondur.
Ancak Türkiye’de özellikle 20. yüzyıl boyunca, solculukla ateizm kasıtlı olarak özdeşleştirildi. Bu, sol düşüncenin toplumla olan bağını zayıflatma çabalarının bir parçasıydı. Aynı şekilde, dini değerleri olan bireylerin emek mücadelesinden uzak tutulması da bilinçli bir ayrıştırma stratejisiydi. Oysa bu, ne inanca ne de sol düşünceye hizmet etti. İki taraf da bu zıtlaştırmadan zarar gördü.
Bugün artık bu yanılsamaları geride bırakmanın, kavramları birbirine düşman değil, diyalog içinde görmenin zamanı. Solculuk, inançlı ya da inançsız fark etmeksizin; insan onurunu, emeğini ve özgürlüğünü savunan herkesin ortak zemini olabilir. Mesele, solculuk ya da din değil, bu kavramları dar kalıplara sıkıştırarak toplumsal birlikteliği sabote eden söylemlerdir.
İhtiyacımız olan şey, düşmanlık değil birlikte konuşmanın yollarını aramaktır. Ezberlerle değil, adaletle şekillenen bir toplumsal vicdan mümkündür. Ve bu vicdan hem inananlar hem de inanmayanlar için ortak bir mücadele alanı olabilir. Günümüz dünyasına baktığımızda, insanların sömürüldüğü ve yaşam haklarının ellerinden alındığı bir düzende, sermaye sahipleri servetlerini korumak adına yaşanan katliamlara sessiz kalmaktadır. Buna karşın, sol görüşlü insanlar bu tür adaletsizliklere karşı daha duyarlı davranmakta ve eylemsel duruşlar sergilemektedir.
Dünyada yaşanan bazı olaylar, insanları belli kalıplara sokmaya çalışanların zihinlerinde adeta şimşekler çaktıracak niteliktedir. Örneğin, Filistin ve Gazze’de yaşanan zulme en çok tepki gösteren ülkelerin, sol ideolojiyle yönetilen ülkeler olması dikkat çekicidir. Ne yazık ki bu insani hassasiyet, çoğu Müslüman ülkede aynı şekilde gösterilmemiştir. Bu da bize, solculuğun aynı zamanda mağdurun, mazlumun yanında durmak anlamına da geldiğini göstermektedir.
Peki, İslam bu konuda ne diyor? İslam, “Zalimin değil, mazlumun yanında olun” diyerek açık bir duruş ortaya koyar. O zaman şunda hemfikir olmamız gerekir: Solculuk inançsızlık değildir; solculuk, haksızlığa karşı onurlu bir duruştur. Ateistlik ile solculu tamamen ayrı kavramlardır.
www.moradergisi.com / www.bursadasondakika.com Atilla Güney
Günlerdir ülkemizin dört bir yanından yükselen dumanlar, sadece ormanlarımızı değil, vicdanlarımızı da yakıyor. Ege’de, Akdeniz’de, Toroslar’da; alevlere teslim olan ormanlarımız, yok olan canlılarımız, kül olan güzelliklerimiz yüreğimizi dağlıyor. Her yaz aynı senaryo, aynı ihmal, aynı sorumsuzluk…
Peki bu yangınların en büyük sebeplerinden biri ne? Cevap aslında çok net: Anız yakmak. Hasat sonrası tarlada kalan sap ve kökleri temizlemek için yakılan bu yangınlar, çoğu zaman kontrol edilemeyerek doğaya büyük zarar veriyor. Ve ne yazık ki, bu ihmalkârlığın bedelini sadece ormanlar değil, içinde yaşayan milyonlarca canlı da ödüyor.
Geçtiğimiz günlerde Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey’in basın toplantısında yaptığı açıklamalar çok önemliydi. Yangınların çıkış nedenlerinden biri olarak anız yakmanın altını çizerken, konuşmalarında siyasi bir kimlikten çok bir yurttaş hassasiyeti vardı. İşte tam da bu yüzden söyledikleri kıymetliydi. Çünkü mesele parti değil, mesele memleket. Bu ülkenin ormanları yanarken hangi görüşten olduğumuzun bir önemi yok. Kim doğruyu söylüyor ve dürüstçe çalışıyorsa, hep birlikte arkasında durmalıyız.
Bizim tek bir ülkemiz var. Bu ülkeyi, doğasını, insanını sevmek bir tercih değil; bir insanlık görevidir. Bu topraklar çoraklaşmasın, bu ülke çöle dönmesin istiyorsak, artık gerçekten ciddi adımlar atılmalı. Anız yakmak sadece yasaklanmakla kalmamalı; cezai yaptırımı da hapisle sonuçlanmalı. Para cezaları bugüne kadar caydırıcı olmadı, olmayacak da. Çünkü para, gözü dönmüş vicdansızlara işlemiyor. Ama hapis cezası korkutur. Caydırıcılığın başladığı yer işte tam burasıdır.
Anız yakan biri, bu eylemin sonucunda doğrudan hapis cezasıyla karşılaşacağını bilirse, emin olun ki bir daha kibriti eline bile almaz. Yeter ki devlet bu konuda net, tavizsiz ve kararlı bir duruş sergilesin.
Bu noktada değinmeden geçemeyeceğim bir diğer konu da hayat pahalılığı ve bazı fırsatçıların etik dışı tutumları. Malı bir liraya alıp on liraya satan, nefsine yenilmiş bazı kişiler, toplumda “esnaf” olarak anılmamalı. Ahilik kültürüne, Ahi Evran’ın mirasına bu yapılanlar bir hakarettir. İnsanların ekonomik zorluklar altında ezildiği şu günlerde, fırsatçılık yapan bu kişiler de aynı şekilde cezalandırılmalı. Gerekirse, onların da önüne hapis tehdidi konmalı. Çünkü bu da bir tür yangındır; hem ahlâkı hem toplumsal düzeni yakar.
bu ülke bizim. Ne ormanlarımızı ne de insanımızı göz göre göre ateşe atamayız. Anız yakan da, halkı sömüren de yaptığının hesabını vermeli. Söz konusu vatansa, gerisi gerçekten teferruattır. Sağlıkla kalın
www.moradergisi.com / www.bursadasondakika.com Atilla GÜNEY
Türkiye’de milyonlarca memur emeklisi, hayat pahalılığının ve ekonomik adaletsizliğin tam ortasında, sessiz ama derin bir çığlık atıyor. Yıllarca kamu hizmetinde bulunmuş, devletin yükünü omuzlamış bu insanlar, bugün geçim sıkıntısıyla boğuşuyor. Aldıkları maaşlar, artan enflasyon ve yaşam maliyetleri karşısında eridikçe, geçinmek değil; hayatta kalmak için mücadele veriyorlar.
Ay Sonunu Getirmek Hayal Oldu
Memur emeklileri için artık ay sonunu getirmek lüks haline geldi. Temel gıda, kira, sağlık ve enerji gibi zorunlu harcamalar maaşları fazlasıyla aşarken, birçok emekli borçla yaşıyor. Bugün bazı memur emeklilerinin maaşı, asgari ücretin dahi altına düşmüş durumda. Oysa bu insanlar, yıllar boyunca kamu düzenine omuz vermiş, ülkenin geleceğine hizmet etmiş bireyler.
Zam Beklentisi Umuda Dönüşmüyor
Temmuz ayı yaklaşırken kamuoyunun en çok merak ettiği konulardan biri, emekli maaşlarına yapılacak zam oranı. Ancak bu konuda hâlâ net bir adım atılmış değil. İktidarın sessizliği, muhalefetin söylemleriyle dengelenmeye çalışılsa da emeklilerin yaşadığı sorunlara somut bir çözüm getirilmiş değil. Muhalefetin miting meydanlarında sıkça dile getirdiği “emekliye refah” vaatleri, henüz sokakta karşılık bulabilmiş değil.
Tatil Hayal, Sebze Almak Lüks Oldu
Memur emeklileri için artık bir tatil planı yapmak bir yana, pazardan uygun fiyatlı sebze-meyve almak bile zor. Eskiden memleket ziyaretleriyle, sosyal etkinliklerle geçirebildikleri günler, şimdi yerini evden çıkmaya bile çekinilen bir hayata bıraktı. Emekliler, yalnızca ekonomik olarak değil, psikolojik ve sosyal olarak da kuşatılmış durumda.
Sosyal Devlet Nerede?
Bir sosyal devletin temel görevi, bireyin onurlu ve insanca bir yaşam sürmesini sağlamaktır. Ancak bugün Türkiye’deki memur emeklileri, bırakın onurlu yaşamı, temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile zorlanıyor. Adil bir gelir dağılımı ve gerçekçi maaş düzenlemeleri olmadan sosyal adalet yalnızca kâğıt üstünde kalır.
Emekli Dernekleri Etkisiz, Siyasi Güven Azalıyor
Emeklilerin örgütlü gücü olması beklenen emekli dernekleri ise ne yazık ki etkisiz ve pasif kalıyor. Bu durum, emeklilerin sorunlarını kamuoyuna taşıma gücünü de zayıflatıyor. Seçim zamanlarında hatırlanan ama sonrasında unutulan memur emeklileri, artık hangi siyasi partiye güveneceğini bilemez hale gelmiş durumda.
Bu Çığlık Duyulmazsa, Sosyal Adalet Daha Da Yaralanacak
Bugün Türkiye’nin dört bir yanında memur emeklileri yalnızca geçim değil, aynı zamanda “değer görme” mücadelesi veriyor. Ekonomik darboğazın yanı sıra, görmezden gelinmek, yok sayılmak en büyük acı haline geldi. Bu sessiz çığlık duyulmadığı sürece sadece emekliler değil, Türkiye’de sosyal adalet anlayışı da ciddi bir yara alacak.
Ortadoğu, tarih boyunca savaşların, krizlerin ve güç mücadelelerinin merkezi oldu. Ancak bugün yaşananlar, bölgenin kaderini bir kez daha derinden etkileyecek türden. İran ile İsrail arasında yükselen gerilim, Gazze’deki çatışmaların gölgesinde hızla fiili savaşa doğru evrildi. Bu durum sadece bölge ülkelerini değil, aynı zamanda küresel barışı da tehdit eder hale geldi. Akıllara gelen en ciddi soru şu: ABD’nin açık desteğini arkasına alan İsrail’in saldırgan tutumu, dünyayı yeni bir dünya savaşının eşiğine mi getiriyor?
İsrail’in son dönemde İranlı üst düzey isimlere yönelik gerçekleştirdiği suikastlar, İran cephesinde ciddi bir infiale neden oldu. Çok sayıda kritik isim bu saldırılarda hayatını kaybetti. İran ise şu anda çift cephede bir savaş veriyor: Hem içte, ülke içine sızmış casuslara karşı kapsamlı bir temizlik operasyonu yürütüyor, hem de dışarıda İsrail ve dolaylı olarak ABD ile mücadele ediyor. ABD’nin doğrudan çatışmaya katılmasa da, İsrail’e sağladığı istihbarat ve teknik destekle sahadaki etkisini artırdığı aşikâr. İran’ın zaman zaman zayıf kalmasının temel nedeni olarak da içerde yürütülen bu “casus avı” gösteriliyor. İç dinamiklerde daha istikrarlı bir yapı kurulabilseydi, İran’ın İsrail’e verdiği karşılığın etkisi çok daha büyük olabilirdi.
ABD’nin Rolü ve Türkiye’nin Endişesi
ABD’nin çatışmaya dolaylı olarak dahil olması, İsrail’in Orta Doğu’daki hakimiyetini daha da pekiştiriyor. Bu durum, bölgenin diğer önemli aktörlerinden biri olan Türkiye’yi rahatsız ediyor. Türkiye, İsrail’in artan saldırganlığını sadece Filistin için değil, tüm bölge barışı için tehdit olarak görüyor. Güç dengelerinin tek bir aktör lehine değişmesi, Türkiye’nin uzun vadeli çıkarları açısından riskli bir tablo ortaya koyuyor.
Gerilimin tırmanması halinde, Türkiye’nin bu denklemde daha fazla söz sahibi olmak için adım atması muhtemel. Zira bölgedeki herhangi bir savaş veya büyük ölçekli kriz, doğrudan Türkiye’yi de etkileyebilir. Bu nedenle Ankara’nın izleyeceği diplomatik strateji büyük önem taşıyor.
Avrupa da Tehdit Altında
İsrail’in bölgedeki sınırsız operasyonları yalnızca Orta Doğu’yu değil, Avrupa’yı da tedirgin ediyor. Süregelen saldırganlık, mülteci dalgasını artırabileceği gibi, kıta genelinde güvenlik risklerini de beraberinde getirebilir. Avrupa’nın bu süreçte sessiz kalması, ilerleyen dönemde daha büyük ve yönetilmesi güç krizlerin kapısını aralayabilir.
İsrail Nasıl Durdurulmalı?
Uluslararası kamuoyunun en çok tartıştığı sorulardan biri bu: İsrail’in bu sert ve agresif tutumu nasıl sınırlandırılacak? ABD’nin sağladığı askeri, istihbari ve siyasi destek, İsrail’in bölgede daha cesur adımlar atmasını kolaylaştırıyor. Oysa aynı ABD, “özgürlükler ülkesi” olma iddiasını her fırsatta dile getiriyor. Gazze’de binlerce sivilin ve çocuğun hayatını kaybettiği saldırılarda, ABD’nin bu tavrı, kendi söylemleriyle ciddi biçimde çelişiyor.
İnsan hakları savunucuları ve uluslararası gözlemciler, ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin artık sadece diplomatik değil, etik anlamda da sorgulanması gerektiğini vurguluyor.
Türkiye Nasıl Bir Yol İzlemeli?
Tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye, bölgesel istikrarı sağlamak ve ulusal güvenliğini korumak adına stratejik bir pozisyon almak zorunda. Ekonomik anlamda zaten zor bir dönemden geçen Türkiye, dış politikada daha dikkatli ve çok yönlü adımlar atmalı. Uzmanlar, Türkiye’nin barışçıl diplomasi yolunu benimseyerek, arabulucu rolünü güçlendirmesinin hem kendisi hem de bölge adına faydalı olacağı görüşünde.
Savunma sanayisindeki yatırımlar, dış politikada denge siyaseti ve Batı-Doğu arasında kurulacak sağlıklı ilişkiler, Türkiye’nin bu süreçten daha az zarar görerek çıkmasını sağlayabilir. Türkiye’nin hem Batı’yla hem de bölge ülkeleriyle yapıcı ve dengeli ilişkiler kurması, dış politika açısından hayati bir strateji olarak görülüyor.
Barışın Zamanı Geldi
İran-İsrail gerilimi artık sadece iki ülke arasında bir mesele olmaktan çıktı. Tüm dünyayı ilgilendiren bir tehdit haline geldi. ABD’nin politikaları, İsrail’in kontrolsüz askeri tutumu ve Türkiye’nin jeopolitik duruşu, bu krizin gidişatında belirleyici olacak.
Uluslararası toplumun, taraf tutmayan ve adil bir tutumla devreye girmesi; diplomatik çözümleri önceleyen, barışı önceleyen bir yol haritası çizmesi her zamankinden daha elzem hale geldi. Çünkü eğer bu savaş kontrol altına alınmazsa, sadece Orta Doğu değil, tüm dünya çok daha büyük bir kargaşanın içine sürüklenebilir.
Bursa’da yaşayan binlerce Ağrılı, yıllardır bu şehre yatırım yapıyor, istihdam sağlıyor ve ekonomiye büyük katkılar sunuyor.
Ancak temsil ve takdir noktasında hala hak ettiği yerde değil. Bu sessiz başarı hikâyesi artık görünür olmalı.
Bursa’nın sanayisiyle büyüyen yapısında, Doğu’dan göç eden birçok ailenin alın teri ve emeği var. Bu emeğin başında da Ağrılılar geliyor. On yıllardır bu şehirde istikrarla iş kuran, çalışan, üreten Ağrılılar; ekonomik katkı sunarken, sosyal hayatta ve temsil alanlarında hak ettiği görünürlüğü ne yazık ki yakalayamıyor.
Peki neden? Biz Ağrılılar Hiç Kendimize Bu Soruyu Sorduk mu?
Bursa’daki diğer illerin hemşehri dernekleri ve sivil toplum kuruluşları (STK’ları) aktif ve güçlü şekilde temsil edilirken, 50 bine yakın nüfusa sahip Ağrılıların sesi neden yeterince duyulmuyor? Neden temsil alanlarında, yönetim kademelerinde Ağrılıların yeri hep bir dahakine olmamalı. Asıl mesele şu soruda gizli olabilir mi? Suç pastayı yapanlarda mı, yoksa onu yemeye çatalı olmayanlarda mı?
Sen Kendini Keşfet, Gücünü Hatırla
Ey değerli Ağrılı, sen belki şu an içindeki gücü, ahlaki sağlamlığı, çalışkanlığı ve yönetme becerisini fark etmemiş olabilirsin. Ama bu nitelikler sende var. Ne zaman ki bu potansiyelini tanırsın, işte o zaman sadece yönlendirilen biri olmaktan çıkar, yön veren biri olursun.
Unutma, örf ve adetlerini yaşatmazsan, torunların bir gün kendi kökenlerini bile bilemeyecek. “Büyüklerimiz Doğu’dan gelmişti galiba” cümlesi, yüzlerce yıllık geleneğin yerini alacak. Bu köksüzlüğe izin verme.
Ben Diyorum ki, Artık Vakit, Birlikte Yürüme Vakti
Bugün artık suskun kalma, kenarda durma zamanı değil. Artık STK’larda, iş dünyasında ve sosyal yapılarda hak ettiğimiz yeri alma zamanı. Kendi değerini kendin inşa et. 50 bin Ağrılıyı temsil edecek gücün sende olduğunu bil ve bu sorumluluğu taşı.
Kimsenin arkasında yürümek zorunda değilsin. Ya önde yürü, ya da omuz omuza, birlikte… Ama mutlaka yürü.
Bu şehirde iz bırakmak istiyorsan, önce kendi izini tanı. Ve unutma, sen yoksan bir şey eksik kalır.
Çok kıymetli Ağrılı, artık hasetliği bırakmanın vakti gelmedi mi?
Artık “sen-ben” davasını geride bırakma zamanı gelmedi mi? Birbirinin arkasından çekişmenin, dedikodunun zamanı geçmedi mi?
Artık “Sen kimsin, ben kimim?” demekten, boş ve faydasız sözlerle oyalanmaktan vazgeçmenin zamanı değil mi?
Bir cenazede, bir düğünde karşılaştığında tarizli (iğneleyici) sözlerin sonu gelmedi mi?
Kendine gel! Sen, Ağrı Dağı gibi başı dik, onurlu bir milletsin.
Bu şehre kattığın güzelliklerin farkına var.
Kendine gel ve sivil toplumda (STK’larda) yerini, gerçekten liyakat sahibi insanlarla birlikte al.
Kadim bu şehre kattığın değerle gurur duy.
Atilla GÜNEY